20 Ekim 2017 Cuma

Günde İki Öğün Beslenme, " Nuh'un Gemisi " mi ?

Kutsal kitapların yazdığına göre, Nuh’un Gemisi'nin tufana tutulması olayı, kısaca şöyledir:

Tanrı’ya inanan, onun yolunda yürüyen Nuh Peygamber zamanında, yeryüzü bozulmuş, insanoğlu doğru yoldan çıkmıştı. Bunun üzerine, Tanrı öfkelendi, insanları yok etmeye karar verdi. Nuh’a da, bir gemi yapmasını bildirdi. Bu gemi, 300 arşın boyunda, 50 arşın eninde, 30 arşın yüksekliğinde olacak, 3 katlı olarak inşa edilecekti. İçerisi ışıklı olacak, kapısı yandan yapılacak, içi, dışı da ziftlenecekti. Tanrı: “… göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için, tufan getireceğim, hepsi ölecek!” diye buyurdu. Nuh gemiyi yaptı. Tanrı’nın buyruğu gereğince,yeryüzündeki hayvanların temizlerinden yedi erkek, yedi dişi, temiz olmayanlarından iki erkek, iki dişi, sürüngenlerden iki erkek, iki dişi, kuşlardan da yedi erkek, yedi dişi seçip gemisine aldı. Gemiye yeter miktarda yiyecek de yükledi. Kendisi, karısı, oğulları Sam, Ham, Yasef ve eşleri de gemiye bindiler, kapıları kapadılar. Yedi gün sonra, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Kırk gün, kırk gece hiç durmamacasına yağdı.

Yeryüzünü baştanbaşa sular kapladı. Nuh’un gemisine binmeyen nekadar insan, hayvan varsa hepsi öldü. Yalnız gemidekiler sağ kaldılar. Aradan 150 gün geçtikten sonra, sular yavaş yavaş azalmaya başladı. Nuh’un gemisi Ararat (Ağrı) Dağı’nın üstüne oturmuştu. Nuh, geminin penceresini açtı; suların büsbütün çekilip çekilmediğini öğrensinler deye, önce kuzgunu, sonra da güvercini dışarıya gönderdi. Güvercin, konacak yer bulamayınca, geri döndü. Bunun üzerine, Nuh yedi gün daha bekledi. Sonra, güvercini bir kez daha dışarı saldı. Güvercin, ağzında yeni koparılmış bir zeytin dalıyla, gemiye döndü. Sular çekilmişti. Tanrı’nın buyruğu üzerine, gemiden çıktılar; yeryüzüne dağılıp yeniden çoğaldılar. Kaynak : http://www.efsaneler.net/nuhun-gemisi-ve-tufani-efsanesi/


 İnsanlar doğru yoldan sapınca, felaketler artar.
 İnsanların yoldan saptığı bir tarihsel dönem yaşıyoruz.
O nedenle de, savaşlarda, hastalıklarda, kavgalarda, çekişmelerde, anlaşmazlıklarda milyonlarca insan ölüyor, sakat kalıyor, yokluk çekiyor.
Nuh'un Gemisi'ni bir efsane ya da gerçek olarak düşünebilirsiniz.

Her ikisinde de sonuç değişmez.
Yoldan sapanlar helak olacaktır.
Yoldan sapanlar cezalandırılacaktır.

Yola dönenler, kendini koruyanlar, bu felaketlerden korunabilecektir.
Aksi takdirde toplumlar kargaşa içinde çıkmaz sokaklara sapacaklardır.
Bu yazıda, işin politik yönünü değil sağlık yönünü vurgulamaya çalışacağız.

Dünya hiç bugünkü besin kirliliğini daha önce yaşamadı.
İnsan sağlığının bu seviyede tehdit edildiği bir dönem olmadı.
Yani içinde bulunduğumuz sağlık riskleri ilktir ve yüksektir.
Nitekim kronik hastalanma, kanser, şeker hastalığı, obezite rakamları bunu desteklemektedir.

Dedem şöyle çok yerdi ama 100 yaşında öldü.
Ninem şöyle yaptı ama 105 sene yaşadı.
Fakat yaşadıkları ortamı unutmayalım.
Biz o şartları yaşamıyoruz.

Bizler, özellikle metropollerde yaşayanlar zehir bombardımanına tutuluyoruz.
Bedenlerimiz feryat ediyor ama bizler o feryadı duymakta zorlanıyoruz.
Derin bir uykuda uyumaya devam ediyoruz.
Sanki biz bu ortamdan uzaktayız gibi davranıyoruz.

Hayır, sürekli beslenen ve hiç aç kalmayan kim olursa olsun bedeni toksiktir.
Ve bu toksisite kaçınılmaz olarak kronik hastalığı üretecektir.
Rakamlar korkunç ve daha da korkunçlaşacak.
Sağlık ve ilaç şirketleri iyileştirmekten çok kronik hastalıkların sürmesini ve ömür boyu ilaç ve tedavi bağımlılığını tercih ediyorlar.

Yaşama umudu kalmayan bir kanser hastasının tedavisi için geliştirilen sistemin kişi başına maliyeti 373 bin dolar ve yaşam garantisi veremiyor.
Kendini korumayı başaranlar bu felaketleri yaşamayacak.
Koruyamayanlar, bu hastalıklarla boğuşacak ve bir daha hastalanmadan önceki gibi iyileşemeyecek.

Biz meseleyi abartmıyoruz.
Meselenin kendisi abartılı ve vahim.
Eğer sürekli besleniyorsanız ve hiç aç kalmıyorsanız, bedeninizde hastalıkların derece derece ilerlediğinden emin olabilirsiniz.
Ne kadar iyi ve seçici besleniyorum derseniz diyin bundan kaçınılamaz.

O nedenle, günde iki öğün veya günde tek öğün beslenmeye geçenler, " Nuh'un Gemisi'ne " binmiş olacaklar ve başlarına gelebilecek olan sağlık felaketlerinden korunabileceklerdir.
Günde iki öğün ve günde tek öğün beslenme bir korunma kalkanıdır.

Evet Sevgili dostlar, en kısa sürede günde iki öğün veya günde tek öğün beslenmeye geçin ve " Nuh'un Gemisi'ne " binin, kendinizi kirlenmiş gıda ve sağlık ortamından koruyun.











Cafer Günday




















10 Nisan 2017 Pazartesi

Alaturkayla Alafranga Arasındaki Fark...

" Yolculardan biri ‘İnemezsiniz' dedi. Pilot ‘Neden' diye sorunca, ‘Ben 200 TL verdim, niye iniyorsunuz. Bize 1 saat dediniz' diye kadın tepki gösterdi. Pilot bunun üzerine ‘Hava şartları uymuyor, tehlikeli bir şey olabilir. İnmek zorundayız' dedi. "


Kapadokya'da trajik balon kazasında, 1 kişi öldü, 20 kişi yaralandı. Kazanın nedenini öğrendikten sonra, buna kaza demek de, doğru değil.
Hanımefendi, tam topraklarımıza özgü zihniyetini sergilemiş ve bu kazanın, ölen yaralanan insanların sorumlusu olmuş.
Pilot da, tam profesyonel davranmamış, hanımefendiyle tartışma neticesinde, balonun kontrolünü tam yapamamış, bu üzücü kaza meydana gelmiş.

Yeri geldiğinde eleştirmekten geri durmadığımız, " efelendiğimiz " "alafrangalılar ", akıl toplumlarının insanları, bu hanımefendinin sergilediği tavrı sergilemezler.
Japonya'da, Avrupa'da bir balona binseniz, pilot bu uyarıyı yapsa, hiç bir Japon, hiç bir Avrupa'lı bu hanımefendinin yaptığı itirazı yapmaz.

Neden ülkemiz fakir, neden Avrupa Birliği'ne alınmıyoruz, neden teknolojide geriyiz, neden bir çok başarı sıralamasında altlarda, başarısızlık sıralamalarında üstlerdeyiz.
Neden olimpiyatlarda dökülüyoruz, neden uluslararası başarılarımız yok.

Bu nedenlerin cevabını, hanımefendi bu tavrıyla bir kelimede özetlemiş. Ne yazık ki, topraklarımız bu zihniyeti üretiyor. Başarısızlıklarımızın nedenlerini ararken, " düşmanı " dışarıda değil, kendimizde aramamız gerektiğini hanımefendi bize söylüyor.

Balonun yüksek gerilim hattına çarptığı gibi biz de, Alafrangalılara, Dünya'nın gerçeklerine çarpıp duruyoruz.
Fakat burada yaptığımız gibi kazanın suçunu hanımefendide değil, pilotta, yüksek gerilim hattında aramaya, onları suçlamaya devam ediyoruz.


Suçlu, kazaya neden olan hanımefendinin olaylara bakış açısı, zihniyetidir. Bunu anladığımızda, biz de, yüksek gerilim tellerine çarpmaktan kurtulacağız.






Cafer Günday
















8 Mart 2017 Çarşamba

McDonald's...

McDonald's'ın hikayesi, Amerika'nın hikayesidir. 
Kapitalizmin, yerel zihniyete üstün gelmesinin, sermayenin yayılmasının hikayesidir.
Üretirken, kazancı mı, düşüneceğiz, tüketiciyi mi ?
Sözlerimize bağlı mı, kalacağız, ayağımızdaki prangalardan mı, kurtulacağız ?


Yerel üretici, ürettiği malın kalitesini düşünür.
Sermaye, bu bağdan kurtulur, kazanç, ciro için düşünmeye başlar.
Yerel üreticiye kazandığı yeter, sermayeye bu yetmez, daha da, büyümek ister.
Kanaatkarlık, sermayede yoktur.


Yerel düşünce, sermayenin önünde engeldir.
Sermaye, küreselleşmek için, yerel, kısıtlı düşünceden kurtulmak zorundadır.
Bu, aynı zamanda, üretimde, teknolojide gelişme demektir.
Daha ucuza nasıl üretirim, maliyetlerimi nasıl aşağı çekerim düşüncesi, sermayenin zihnini sürekli meşgul eder.


Hırsı ve kazanmayı günah gören din, sermayenin önünde engeldir.
Eşinin kendisine zaman ayırmasını isteyen kadın, hırsının önünde engeldir.
Maliyetlerin aşağı çekilmesini istemeyen yerel düşünce, sermayenin önünde engeldir.
Sermaye sahibi bütün bu engellerden kurtulur ve kendisi gibi düşünenleri bulur, onlarla birlikte yoluna devam eder.


Kurucunun zihni sadece franchisinge yeterken, birden kazancı artıracak bir fikir gelişir.
Bu, sistemin kazancını katlayarak artırır.
Bu büyüme, dar gelen, engelleyenlerin de, tasfiyesini beraberinde getirir.
Yerel pazar, ulusal pazara, ulusal pazar, uluslararası pazara dönüşür.
Cirolar katlayara artar ve bir dev doğar.


Tüketici de, nihayetinde bir ayak bağıdır sermayeye göre.
Ama kendisini var eden de, tüketicidir.
Sermaye ne kadar büyürse büyüsün, gelir tüketiciye çarpar.
Sermaye, ne kadar büyürse büyüsün, gelir, insana, emeğe çarpar.


Kendini dizginleyemeyen sermaye, bu kez de, bozunmaya başlar.
Kazanç artırmak için sağlıkla oynar, insanları kendine bağımlı hale getirmek için türlü kurgular geliştirir.
Büyüdükçe yeni biçimler bulma ihtiyacı ortaya çıkar.
Yedikçe acıkan, acıktıkça yiyen bir kısır döngüye girer.
Bu, hem kendine zarardır, hem de karşısındakine.
Geliştikçe, büyüdükçe, kendi kendini sakatlayan, sabote eden bir yapıya dönüşür.


Mutluluk yerine, mutsuzluk götürmeye başlar.
Sağlık yerine hastalık taşır.
Barış yerine savaş ister.
Dünya'yı içinden çıkılmaz bir hale getirir.


Ve dönüşüm başlar.
Milkshakelerde tekrar dondurmaya dönülür.
Tüketici daha çok gözetilmeye başlanır.
Savaşın götürüsü, getirisini aşmaya başlar, barış çabaları yeşerir.
Obez nüfusu artar, nesiller hastalanır, iyileştirme faaliyetleri devreye girer.


Suç artar, rehabilitasyon çabaları yoğunlaşır.
Herkes, uyuşturucu müptelası ve alkolik olur, tedavisi başlar.
Ruh hastalıkları artar, toplum iyileştirilmeye uğraşılır.
Yerküre kirlenir, türler yok olur, kirlilik önlenmeye çalışılır.



McDonald's Amerika'dır ve Amerika dönüşmektedir.











Cafer Günday











21 Mart 2016 Pazartesi

İntermittent Fasting... Aralıklı Beslenme...

Şişman, obez hayvan yoktur.
Boyuna göre kilo fazlalığı, insanda ortaya çıkan bir durumdur.
O da, son yüzyılda, sanayileşme, kentleşme, üretim fazlalığı, hareketsiz bir hayat tarzı nedeniyle hızlanmıştır.

Havuza dolan su, tahliye edilen sudan fazlaysa, havuz dolmaya başlar.
Kilo almanın özeti budur.
Alınan besin miktarının, ihtiyaçtan fazla olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu fazla, hareketle yakılmamakta, yağ olarak bedende birikmektedir.

Aşırı yağlanma ve kilo fazlalığının da, sayısız olumsuz neticelerini yaşamaktadır günümüz insanı.
Bu rahatsızlıklar, Beslenme uzmanlığı dalının gelişmesine önayak olmuş, diyet sistemleri de, böylece gelişmiştir.
Diyetler, çok ayrıntılı hazırlanmakta, ne kadar kalori alınacağı, neler yenip, neler yenmeyeceğiyle santim santim ilgilenilmektedir.


Bir diyet programı, başka bir diyet programı tarafından yetersiz görülebilmektedir.
Zaman içinde, diyet programlarının eksikleri, hataları ortaya çıkabilmektedir.
Alışkanlıklar yerleşmekte, kolay kolay değişmemektedir.
Bir süre uygulanan diyet rejimleri, ileriki zamanlarda, unutulup, eski yeme alışkanlıkları tekrar gündeme gelebilmektedir.


İnsanlığın yeryüzüne çıkışını bir gün olarak düşünürsek, son yüzyıl, saniyelerle ifade edilebilir.
Dolayısıyla, bedenlerimiz, henüz, içinde bulunduğumuz beslenme şartlarını algılamaktan uzaktır.
Adapte olma şaşkınlığını yaşamaktadır, bedenlerimiz.
Eskiden uzun süre açlık içinde olan bedenler, sürekli beslenir hale gelmiştir.


Bu yazıdaki amacımız, bir yön çizmek değil, farklı düşünmeye davettir.
Üretim bolluğu içindeki ekonomilerin bize sunduğu, beslenme kalıplarına tıkılıp kalmama çağrısıdır.
Sürekli beslenme ihtiyacı içinde değil bedenlerimiz.
Tıpkı, akciğerlerimizin, sık nefes alma ihtiyacında olmadığı gibi.
Derin, geniş ve aralıklı nefes almak, en sağlıklı nefes alma biçimidir.
Beslenmede de, aralıklı beslenmenin bir çözüm, bir seçenek olabileceğini görmek gerekir.


İntermittent fasting, ne yediğinizden çok, ne zaman yediğinizle ilgilidir.
Belli zaman aralıklarında, bedeni beslememek, bedeni aç bırakmak esasına dayanmaktadır.
Bu beslenme sisteminin, dini oruçlardan farkı, sıvı serbestisidir.
12 - 14 - 16 - 18 - 20 - 24 saatlik açlık peryotları mümkün olabilmektedir.
Beslenme aralığı dışında, katı yiyecek yasağı söz konusudur.

Aralıklı beslenmenin, büyüme hormonunu tetiklediği, başıbozuk hücrelerin yok olmasına önayak olduğu da, söylenmektedir.

Diyetisyenler ve Bilim Dünyası, her ne kadar, buna şiddetle karşı çıksalar da, bir o kadar da, savunucusu vardır, aralıklı beslenmenin.
Mesele, böyle bir kavramın varlığını bilmek ve üzerinde zihin yormak, düşünmektir.
Önümüze konulan bilgiye, gözü kapalı evet demek yerine, zihnimizi kullanıp, farklı yöntemler üzerinde düşünmeliyiz.




İntermittent Fasting, aralıklı beslenme, ciddiye alınması, üzerinde düşünülmesi gereken bir sağlık yöntemi olmaya aday görünmektedir.










Cafer Günday










5 Ocak 2016 Salı

Ertuğrul 1890...

İnsanlık, her millette ortaya çıkar.
Zamanı, menfaati aşar, ortaya destanlar çıkar.
Ertuğrul 1890 destanı, yüzyıllar boyu anlatılacak, insani değerleri yüceltecek bir dramdır.


Bir gece yarısı, hangi milliyetten olduğunu bilmedikleri bir geminin batması sonucu kıt imkanlarıyla, cansiperane kurtarmaya çalışmaları, sıradan japon köylülerini, bir anda, mitleştiriveriyor.
Onlar, bunu, kahramanlık için yapmıyorlar, onlar öyleler, tanımadıkları insanlar için, kendilerini tehlikeye atıyorlar, kıt imkanlarını onlar için seferber ediyorlar.
Ertuğrul olayı, japon halkının kahramanlık destanı olarak tarihte yerini almıştır. Bununla ilgili, kendileriyle ne kadar övünseler yeridir.


Bizim için, bu faciada aynı şeyleri söylemek biraz zor.
Bu seferin anlamsızlığı bir yana, uyarılara rağmen, fırtınalı havada yola çıkılması, facianın hazırlayıcısı olaylar.
Ayrıca, filmdeki bazı sahneler, bir Türk olarak yüzümüzü kızartmaktan geri durmuyor.
Bu fedakarlıkları yapan insanları, hırsızlıkla suçlayan bir yüzbaşı var, nihayetinde.


Japonlar'ın, yüzlerinin akıyla çıktıkları, Ertuğrul faciasında, biz, sınıfta kalmışız.
Bu, elbette, millet olarak, bizim de, başka zamanlarda, benzer fedakarlıkları yapmadığımız anlamına gelmez.
Japonların bu asaleti, ilk değil tarihte.
Japon milleti, gururlu millettir. Her hareketi kendilerine yediremezler.
Hara - kiri, utanç içinde yaşayamayacak Japonun, bir intihar yöntemidir.


Halen, bir Japon, kendine yakıştıramadığı bir hareketten dolayı canına kıyabilmektedir.
Yakın zamanda, ülkemizde, İzmit Körfezi’nde yapımı süren asma köprünün taşıyıcı halatının kopmasından kendisini sorumlu tutan Japon mühendis Ryoichi Kishi, “Sorumluluk benim” yazılı not bırakarak hayatına son vermişti.


Onur, bir milletin en önemli hasletlerindendir.
Milleti özgür yaşatan, başka milletlerin boyunduruğundan koruyan bir özgürlük içgüdüsüdür.
Asalet, milletleri, zaman zaman, içine düştükleri zor durumlardan kurtarır.
Başka milletlerin köleleştirme çabalarını boşa çıkarır.


Onur duygusu, zamanın aşındırıcı etkisine tabi gibi görünse de, görev günü geldiğinde, milletlerin ana meziyetleri, pırıl pırıl, ortaya çıkar.
Bu konuda Japonlar da, bize benziyor, boyunduruk altında yaşayacak bir millet değil, onlar da.



Ertuğrul 1890 destanı, acısını bizim çektiğimiz, asaletini, Japon halkının hakkıyla yaşadığı, gururlandığı bir destan.






Cafer Günday

















26 Eylül 2015 Cumartesi

Küçük Prens - Le Petit Prince

Fransız yazar ve pilot Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılan ve 1943'te yayımlanan hikâye.
Hikâye, ilk defa, 6 Nisan 1943’te hem Fransızca, hem İngilizce olarak yayımlandı.
210 dil ve lehçeye çevrildi.
Okundu, okundu, okundu.

Küçük prensi, bu kadar okutan neydi ?
Onlarca, kitap yayınlandığı halde, bir pilotun yazdığı bu masalsı kitap, neden, bu kadar aranılan, beğenilen bir eser haline gelmişti ?

Bu kitap, masumiyete, çocuksu düşlere, insanın özgürlüğüne yazılan bir methiyedir.
Bastırılan insanlar ve insanlık, bu masumiyete sahip çıkmıştır.
Kendi hayatlarında yaşayamasalar da, bunun özlemini içlerinde hissetmektedirler.
Bu özlemi dile getiren, kim ve ne olursa olsun, her zaman, beğenilecek, aranacaktır.


Antoine de Saint-Exupéry de, bu noktaya, bu düşüncelere durup dururken gelmedi, elbette.
Hayat hikayesine yakından bakıldığında, Antoine de Saint-Exupéry'nin, adım adım, bu fikirlere evrildiği görülür.
Elbette, aynı olayları yaşayan herkes, bu evrimi yaşayamaz.
Bu da, insanın özgünlüğüdür ve bu özgünlük de, Antoine de Saint-Exupéry'ye kısmet olmuştur.


Eser, kapitalizmin, bağnazlığın, baskının, tekdüzeliğin, hayatın karşısında olan her şeyin derin bir eleştirisidir.
Bu derin eleştiriyi algılayan insanlık, eserin hakkını teslim etmiştir.
Antoine de Saint-Exupéry'nin çölde yaşadıkları, zihninin bu seviyeye ulaşmasına, yardımcı olmuştur.


Evet, bu eser, hayata bir eleştiri ama hayatta, aynı şeyler yaşanmaya devam ediyor.
Antoine de Saint-Exupéry, bu kitabı yayınladı diye, kötülükler, zulümler, tekdüzelikler, ortadan kalkmış değil.
Bir kitabın, bir insanın da, bunları başarmasını beklemek, anlamlı değil zaten.


Bu kitap, sadece, bir özlemi dile getirmiştir, zihinlerin bu konudaki farkındalıklarını artırmıştır, o kadar.
Hayatın değişimi, Dünya'nın değişimi, başka dinamiklerle yürümektedir.
Sermaye sistemi, bütün ağırlığıyla, insanların, toplumların hayatını yönlendirmeye devam etmektedir.
Sermaye sistemi eleştiriliyor diye, sistemin değişmesi ya da ortadan kalkması düşünülemez.


Sermaye sistemi, üzerine aldığı görevi tamamlamadan da, daha ileri seviyelerine dönüşmeyecektir.
Sermaye, toplumları, eserde anlatıldığı gibi, hayatı, insanları, tekdüze hale getirmekte, monotonlaştırmaktadır.
Ancak, bu, aynı zamanda, bir eğitim, bir dönüştürme anlamına da, gelmektedir.
Bu dönüştürmeyi, sermaye sisteminin dışında da, yapacak bir sistem söz konusu değildir.


İnsanlık, sermaye sisteminin baskısı altında ezilirken, aynı zamanda da, yoğrulup, geleceğin insanını oluşturacak nüveleri geliştirmektedir.
Bunlar yaşanmadan, Antoine de Saint-Exupéry'nin özlemini duyduğu insan tipi ortaya çıkmayacaktır.
Antoine de Saint-Exupéry gibi, tek tek insanların o seviyeye ulaşması da, insanlığı, o seviyeye çıkarmayacaktır.


Üretimi ve insanlığı geliştirme görevi, bütün yıkıcı, baskıcı yönlerine rağmen, hala, sermaye sisteminin önünde durmaktadır.
İnsanlık, geliştikçe, bu biçim,  dar gelmeye başladıkça, " ki, bu süreç, özellikle, modern sermaye toplumlarında başlamıştır " yeni biçimler, kendini zorlayacaktır.


Küçük Prens - Le Petit Prince, bir ütopyadır, iyi yürekli, aydınlanmış bir pilotun, hayata, güzel bir bakışıdır.
Özlenen bu hayata varış da, yaşadıklarımız yaşanmadan, mümkün görünmemektedir.
Sevmesek de, insanlığa zarar da, verse, hayatlarımızı çekilmez hale de, getirse, bu varışı da, sermaye sistemine borçlu olacağız.









Cafer Günday
































26 Ağustos 2015 Çarşamba

" İrlandalı Turist "

Birden, yüreğimize bir su serpildi.
" Oh olsun " dedik.
Hepimiz, birden, " İrlandalı Turistin " safına geçtik.
" Vur " dedik, " Biraz daha vur ", " Yere ser hepsini ".


İçimizde, yılların birikmişliğini, henüz, adını bile bilmediğimiz, o yiğit insan, dile getirdi.
Hangimiz, bir esnaf tarafından aldatılmadık, sözlü tacize uğramadık ki.
Pazarların, semtlerin kabadayıları olmadılar ki.
Hangimizin, taksici, dolmuşçu esnafıyla bir çekişmesi, aldatılmamışlığı olmadı ki.


Görüntüleri izleyince, " İşte, bu " dedik.
Kahramanımız geldi.
Kurtarıcımız.
Vurdu vurdu, sere serdi.


Toplumsal linci, ekranların başında yaşadık.
Sanki, o yumrukları biz vuruyorduk.
Kıstırılmış bir toplumun, öfkesiyle, " Vur " dedik, " Bir daha vur "
Bir de, üstlerine çık, zıpla, tekmele onları.



Esnaf teşkilatının ortaya çıkıp, olayı kınamasını beklerdik.
Adalet sisteminin, o mahalle kabadayılarını, cezaevine koymasını isterdik.
Ama bu kadar işte.
" İrlandalı Turist " papucun başka yerlerde, bu memleketteki kadar ucuz olmadığını gösterdi.
Orada kalacak, toplum hayatı, kaldığı yerden devam edecek.
Haksızlıklar, hoyratlıklar, bitmeyecek.


Yine aldatılacağız, yine, " Almazsan alma " denecek.
" İşine gelirse " denecek.
Sesini biraz yükseltsen, sinek gibi başına üşüşecekler.
Biz de, susacağız.



Ama olsun.
O, bizim kahramanımız.
Aslan abimiz.
" İrlandalı Turist " seni, kalbimize yerleştirdik.
Sen, bizim, medar - ı iftiharımızsın.










Cafer Günday