28 Haziran 2014 Cumartesi

İnsan nasıl kandırılır ?

İnsan nasıl kandırılır ? 
Her gördüğüne inanma...
Gördüğün, belki de, gördüğünü sandığın şey, değildir...




Çok güzel bir iş çıkarmışlar.
İnsanlık tarihi, aynı zamanda, insanın birbirini kandırma, yanıltma, kullanma tarihidir de.
Görünenle gerçek, çoğu zaman, üst üste örtüşmez.
Daha doğrusu, sadece, gördüğün demeyelim de, duyularınla algıladığın her şey, gerçeği yansıtmaz.
Evet, gördüğün görünen, duyduğun da, duyulandır.
Kapanlar da, öyle değil mi ?



 Peyniri koyarsın kapanın içine, zavallı farecik, peyniri yiyeceğini sanır ama işin aslı öyle değildir.
 Oltaya takarsın yemi, balıkçık, hızla kapıverir, ama, işin aslı öyle değildir.
En temeline gidelim, bu Dünya, bizim için, yalan, nihayetinde, kaybolacak, yokolacak bir yer değil midir ?
Gördüğümüz her şey, gerçek ama aslında, yalan, kandırma, geçici, aslını gizleyen bir örtü değil mi ?
 Hemen hepimiz, bu kandırıcı örtüye, sahte görüntüye kapılıp gitmiyor muyuz ?
Hayatın bu temel yanılgısının yanında, insanın insanı kandırması, biraz hafif kalıyor aslında.
Halkımız, bunu, tek cümleyle özetlemiş : " Yalan Dünya..."
Filmi izleyelim de, duyularımızın nasıl yanıldığını, bir kez daha görelim.


Cafer Günday

27 Haziran 2014 Cuma

Karadeniz Bağlama Ekibi, neyi başardı ?

 Evrenselliği yakaladılar.
Halkımıza, bunun için güvenmeliyiz ve halkımızla bunun için, gurur duymalıyız.
 Michael Jackson, sanatıyla, yaptığıyla, belli bir isim, evrenselliği yakalamış, milyonlarca insanın kalbini kazanmış bir şahsiyet.




Michael Jackson'un ruhunu da, yad ettiler, mutlu ettiler, böylece.
Evrensellik, yukarından aşağıya yakalanmayacak, halklar, kendi içgüdüleriyle buluşacaklar.
 Sınırlar, böyle kalkacak.



Kültürler, böyle kucaklaşacak.
 İnsan insana, böyle yaklaşacak
Bir tarafta, bombalar patlarken, kan gövdeyi götürürken, hiç bilinmeyen bir yerden böyle bir çalışmanın çıkması, insanlığa olan umudun, neden kaybedilmemesi gerektiğinin, güzel bir örneği oldu.
Aynı duyguyu, yapımcılığını , senaryosunu ve yönetmenliğini Nadine Labaki'nin üstlendiği, Peki Şimdi Nereye filmini izlerken yaşamış, hissetmiştim.




 Düşünen, emek veren herkesin eline, emeğine sağlık.

 Gel de, bu halktan, umudunu kes ?

26 Haziran 2014 Perşembe

Koltuk

Koltuk, aslında, bir semboldür.
Esası, o koltuğun sağlayacağı, erk, güç, kuvvettir.
 Eğer, Dünya, içeriden dışarıya gerçekleşiyorsa, kişinin içindeki erk isteğinin dışa yansımasıdır, koltuk sevdası.
Dünya'da, erk peşinde koşmayan birinin, koltuk sevdası olabilir mi ?
Tam tersine, teklif gelse bile, koşarcasına uzaklaşır.
Erk peşinde olan birinin, o koltuğa oturduğu anı, bir düşünün.







İçinde titreyen, haz salınımlarını, uğruna verdiği mücadelenin sonucunda, elde ettiği erkin verdiği doyumu bir düşünün.
Fakat, burada, bazı handikaplar bekler, koltuk meraklısını.
Çünkü, erk isteği, öyle bir istektir ki, istediğine kavuştukça, azalacağına, daha da, artar.
Muhtarlıktan başlar, Dünya liderliğine kadar devam eder.
Hatta, burada da, kalmaz, " haşa " ilahi düzeni de, düzenlemeye çalışır.
Yani, aslında, bitmez tükenmez bir hırs Dünya'sıdır, koltuk merakı.
Hayatımın bir döneminde, koltuk meraklılarının yakınında oldum, o koltuğa nasıl tırmandıklarını, o koltukta oturduklarını, neler yaptıklarını, neler hissettiklerini gördüm.
O koltuktan nasıl indiklerini, indiklerinde, neler hissettiklerini de, görme, yaşama imkanım oldu.
İnsan, yakından görünce, üzülüyor ister istemez.
Çaresizliklerini, duygu fırtınalarını, doyumsuzluklarını, mutsuzluklarını gördükçe, aslında, çabalarının, ne kadar boş ve anlamsız olduğunu farkediyorsunuz.
Onlar, bu duyguyla, ne zaman mı, tanışıyorlar ?
Koltuktan inme zamanları geldiğinde, " hadi bakalım, ikile " denildiğinde.



Cafer Günday

24 Haziran 2014 Salı

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2013 yılına ilişkin ölüm nedeni istatistiklerini açıkladı.

 Buna göre, en fazla ölüme sebep olan hastalıklar yüzde 39,8 ile dolaşım sistemi, yüzde 21,3 ile iyi huylu ve kötü huylu tümörler, yüzde 9,8 ile solunum sistemi, yüzde 5,6 ile endokrin, beslenme ve metabolizmayla ilgili hastalıklar, yüzde 5,5 ile dışsal yaralanma nedenleri ve zehirlenmeler ile yüzde 4,1 ile sinir sistemi ve duyu organları hastalıkları oldu.
Dolaşım sistemi hastalıklarından kaynaklı ölümlerin en çok kadınlarda, iyi huylu ve kötü huylu tümörlerden kaynaklı ölümlerin ise erkeklerde görüldüğü tespit edildi.
Dolaşım sistemi kaynaklı ölümlerin yüzde 38,8'ini iskemik kalp hastalığı oluşturdu. Bunların yüzde 25,2'si serebro-vasküler hastalık, yüzde 17,7'si diğer kalp hastalığı ve yüzde 12,8'i hipertansif hastalıklardan kaynaklandı.


En fazla ölüme yol açan tümörler
Kötü huylu tümör nedeniyle gerçekleşen ölümlerin yüzde 31,3'ne gırtlak ve soluk borusu/bronş/akciğerin kötü huylu tümörü, yüzde 8,9'una midenin kötü huylu tümörü, yüzde 8,2'sine lenfaid ve hematopoetik kötü huylu tümörü, yüzde 6,9'una kolonun kötü huylu tümörü ve yüzde 5,9'una pankreasın kötü huylu tümörleri sebep oldu.
Dolaşım sistemi hastalıklarına en fazla görüldüğü yaş grubu 75-84 olurken, iyi huylu ve kötü huylu tümörler ise en fazla 65-74 yaş grubunda görüldü.



Dolaşım sistemi hastalıklarından kaynaklı ölümlerin oranının en yüksek olduğu ilk beş il sırasıyla Kırklareli, Yozgat, Uşak, Bolu ve Denizli oldu. Ayrıca, iyi huylu ve kötü huylu tümörler nedeniyle gerçekleşen ölümlerin oranının en yüksek olduğu ilk beş il isırasıyla İstanbul, Kocaeli, İzmir, Rize ve Tekirdağ olarak belirlendi.
İşte, sağlıksızlık tablomuz.


Bu tablonun, eksiği, fazlası olabilir.
Her vatandaş, oturacak, bu hastalıklara nasıl yakalanmam diye, onu araştıracak.
Artık, bilgiye ulaşamıyorum bahanesi, ortadan kalktı.
Yazıyı, Fatih Akça, Doğal Tıp, Hastalıklara Doğal Çözümler sayfasından alıntıladım.
 Evet, çevremiz, zehirlerle dolu, her gün, onlarca, toksin alıyoruz.
Modern hayat, hayat kalitemizi artırdığı gibi, diğer yandan da, zehirliyor.
Ancak, bütün bu olumsuz koşullara rağmen, sağlımızın, kendi ellerimizde olduğunu bilmemiz lazım.
Bedeninizi hareket ettirmeden ve zora koşmadan, terlemeden, sağlıklı olmak mümkün değil.
Sağlığın bahanesi, olmaz.


 Kendine saygı duyan, kendini seven insan, ilk önce, sağlığına dikkat eder.
Ve sağlıklı olmanın, sağlıklı kalmanın maliyetli olmadığını biliyoruz.
Aksine, sağlıklı kalmak, hastalıklı bir hayata göre, daha ucuz, daha az maliyetlidir.
 Eğer, günde 1 paket sigara içiyorsanız, sigarayı bıraktığınız zaman, kazanacağınız para, Sizi, bir spor salonunun kapısından içeri, en az 4 kere atar.


Basit ve işlenmemiş beslenmek, daha ucuz ve daha sağlıklıdır.
50 kuruş, 1 liraya aldığınız yeşillik demetleri, her zaman, Sizin dostunuzdur.
Sistem, yapısı gereği, bizi, tüketime yönlendirecek, katma değeri yüksek gıda ürünlerini tüketmemizi isteyecektir.
Halbuki, işlenmemiş ürünler, hem daha sağlıklı, hem de, daha ucuzdurlar.
Sistemin, bu olumsuz yönüne dur diyebilmek, mümkündür ve bunu yapabilmeliyiz.
 Organik gıda ürünlerini satın alarak, organik gıda üreticilerini desteklemeliyiz.
Satın almadığınız ürün, piyasadan kalkar, üretimi sona erer.
 İşlenmiş, katkı maddeleriyle dolu, zehir üreten ürünleri satın alarak, bu işletmelerin büyümesine, bizler katkı yapıyoruz.


Cafer Günday

23 Haziran 2014 Pazartesi

Felaket tellallığını, çok severdin, ne oldu, malzeme kalmadı galiba ?

Yanılıyorsun, haksızlık yapıyorsun, felaket tellalığını sevip sevmeme konusu değil.
 Habire, " dikkat " deyip duruyordun, ne oldu ?
 Geldi, geçti, muhtemelen, sakinlik hüküm sürmeye başladı.
 Yani, felaketler, seni, mutlu etmiyor mu ?
Niye etsin, huzurlu ve mutlu, yaşamak varken.
 Bizler, riski vurguladığımızda, felaketi istediğimiz gibi bir yanılgıya kapılma söz konusu olabiliyor.



Sadece, daha önceleri karşılaştığım durumlar olduğundan, benzer yaklaşımları vurgulamak için, dile getiriyorum.
 Riski vurgulamak, öne çıkarmak, bazen, yanlış anlaşılabiliyor.
Sakinliği de, görmeye çalıştığımızı paylaşmak istedim.
 Riskleri görmezden gelmek, sorunlarımızı çözmüyor, ne yazık ki.
Dikkat et, düşersin, diye uyardığınız çocuğunuz, kendisini kısıtladığınızı düşünerek, Size sinirlenebilir.
Annem, babam da, ne kadar korkak, diyebilir.
O uyarıyı, düşüp bir yerini acıttığı, kanattığı zaman anlar.
 Deprem riskinin ne anlama geldiğini, enkaz altında kalan, yakınlarını enkaz altında bırakan insanlarımız en iyi anlayabilir.




 Suyun gazabını, tsunami yaşayan, Japon insanı en iyi anlayabilir.
Ölümlü bir trafik kazasının, ne demek olduğunu, o kazanın içinde olan, kişiler anlayabilir.
Bir organını kaybetmenin ne demek olduğunu, o organınızı kaybedince en iyi anlarsınız.
En pahalı öğrenme şekli, yaşayarak öğrenmektir.
Yaşayarak öğrenmenin bedeli, genellikle, ağırdır.
Yapmaya çalıştığımız şey, yaşamadan öğrenmeye çalışmaktır.
 Enkaz altında kaldıktan sonra, zaten, olan olmuş, biten bitmiştir.
Vurgulamamız, farkındalık bilincinin gelişebilmesi amacıyladır.
Yoksa, felaket tellallığı yapacak durumda değiliz.
 Hepimiz, bir çok olay yaşıyoruz.


Ancak, hepimiz, gereken dersleri alamayabiliyoruz.
Tekrar tekrar, aynı hataları yapabiliyoruz.
 Bunu, toplumsal olarak da, yapıyoruz.
Başımıza gelenlerden, gereken dersleri almıyoruz, almamakta ısrar ediyoruz.
Eğer, gereken dersleri çıkarıp, hayatınızı yeni duruma göre biçimlendirmezseniz, aynı şeyleri, bir kez daha, bir kez daha yaşamak durumunda kalırsınız.
Bizim toplumsal genetiğimiz, " saldım çayıra, mevlam kayıra " zihniyetini çok sever.
Olacak olanı, beklemeyi, çok severiz.
Göz göre göre gelir, ondan sonra da, ağlayıp, sızlar, ağıtlar yakarız.
 Müdahale etmek, değiştirmek, dönüştürmek, pek bize uymaz.
Belki de, hayatı algılayışımızı, yeniden tanımlamak durumundayız.
Yıllarca ve yıllarca, kendi kendimize, berbat bir konut, bina stoğunu ürettik.
Kendi elimizle yaptık bunu.
Altında kalacağımız evlerimizi, kendimiz inşa ettik.
Altında kalınca da, oturduk, ağladık.
Ne değişti ?

" Eski tas, eski hamam " gibi görünüyor.
Toplumsal genetik, kolay değişmiyor.
 Uyardığınız zaman, " felaket tellalı " oluyorsunuz.
Adamcağızın, " uykusunu kaçıran " kişi oluyorsunuz.



Cafer Günday

Teknoloji, neden, başdöndürücü bir hızla ilerliyor ?

Teknoloji, neden, başdöndürücü bir hızla ilerliyor ?
Çok zeki insan olduğu için mi ?
Buluşlar, çok para kazandırdığı için mi ?
 Bunun, öznel bir nedeni yok, elbette.
Teknoloji, yüzyıllar önce de, vardı ve ağır adımlarla olsa da, gelişiyordu.
Fakat, esas hızını, sermaye sisteminin, Dünya yüzeyine çıkmasıyla aldı.
 Çünkü, teknoloji, sermaye sisteminin motoru, tıkanıklıklarını aşan, tek barışçıl çözüm yoludur.
Diğer çözüm yolu da, savaştır.


Sermaye sistemindeki öldürücü rekabet, şirketleri, delicesine bir teknoloji savaşının içine iter.
 Piyasada öncelik kapabilme zorunluluğu, kendisini, teknolojik gelişimde çözüm yolunu bulur.
 Diğer firmalardan önce teknolojisini geliştiren firma, pazar payını artırır, konumunu güçlendirir.
Teknolojik gelişim aynı zamanda, işgücü verimliliğini de, artırdığı için, maliyet avantajı sağlar, firmaya.
Gerek ülke içindeki rekabet, gerekse, ülkelerarası rekabet, çılgın biçimde, teknolojik gelişimi zorlamaktadır.
Sermaye sisteminden önce, onyıllara, yıllara uzayan teknolojik gelişimler, neredeyse, günlere, saatlere inmiş durumda.
 Demek ki, teknolojik gelişimin çok güçlü bir nedeni ve desteği var.
Sermaye sisteminin, barışçıl tek çıkış yolu olduğuna göre de, teknoloji, hızla ilerlemeye, gelişmeye devam edecektir.
 O halde, teknolojik gelişimin, bireysel, öznel bir konu olmadığını, temelinin güçlü olduğunu söyleyebiliriz.
İyi ki de, sermayenin barışçıl tek çıkış yolu, teknolojik gelişimdir.
Başka türlü, teknoloji, bu hızda gelişmeyecekti ki.
Yoksa, teknolojik gelişimdeki amaç, insanların ihtiyaçları karşılansın diye değildir.
Pazar için üretim sistemi olan sermaye sistemi, teknolojik gelişimi de, pazar için yapmaktadır.
Dolayısıyla, insanlar burada, amaç değil, araçtır.
Olsun, nihayetinde, o teknolojiyi bizler kullanıp, faydalanmıyor muyuz ?
Sermaye sistemi, ister mecburiyetten, ister, kar için yapsın, nihayetinde, faydalanan, insanlık olmuyor mu ?


Cafer Günday

21 Haziran 2014 Cumartesi

Kötülüğe iyilikle karşılık vermek, kötülüğü, iyileştirir, etkiler mi ?


Bu, herşeyden önce, tartışmalıdır.
Evet, diyenler vardır, hayır diyenler vardır, kararsız kalanlar, vardır
 Din ve ahlakçılar, kötülüğe iyilikle karşılık vermek gereğini savunur.
Kötüye, iyilik yaparak, onu, " doğru yola " çekmek mümkündür, derler.
Din kitaplarında, atasözlerinde, peygamberlerde, bununla ilgili çok örnek mevcuttur.
Dün akşam gittiğimiz, Nuri Bilge Ceylan'ın " Kış Uykusu'ndaki " ana temalardan biri de, buydu.
 Kötüye, hep iyilik yaparak, onu, kötüyü, utandırmak, iyiye yönelmesini sağlamak, mümkün müdür ?
Bu, çetrefilli ve derin konuda, herkesin olduğu gibi, bizim de, naçizane görüşlerimiz mevcut.
Burada, kanımca, kötülüğü üreten insanın, doğru analizi önemlidir.
iyilik derece derece olduğu gibi, kötülük de, derece derecedir.
100 kişiyi öldürmüş bir seri katil, kaçıp saklandığında, ona yemek götüren bir çocuk, o katı kalbi, yumuşatabilir.
Bir hırsız yakalandığında, çaldığı gümüş şamdanlara, onlar bizim değil, onundu demek, hırsızı pişman edebilir.
Ya da, suç işleyen birinden davacı olmamak, o insanı etkileyip, tövbe etmesine yardımcı olabilir.



Sanıyorum, İran'da, bir anne, çocuğunun katilini, darağacındayken affetmişti.
Dolayısıyla, iyilik kötüyü etkilemez, diyemeyiz.
Ancak, Yüce Allah'ın ( c.c. ), kurduğu ilahi düzene baktığımızda, karşılıksız bir vak'anın olmadığını görüyoruz.
 İlahi düzenin de, bir cezalandırma mekanizması vardır.
Günah işleyenler, cennete gitmemektedir.
Sistemin koyduğu kurallara uymayanlar, günahkar olmaktadır.
Dolayısıyla, bir karşı mekanizma işlemektedir.
Aksi takdirde, kötülerin iyilikle karşılanması ve cennete gitmeleri gerekirdi.
Ancak, ilahi güç, öyle demiyor ve kötüler, günahkarlar, cezalandırılacaklardır, diyor.
Biz, yaratıcının kurduğu düzenin bir parçası olduğumuza göre, kötülüğe karşı, sınırsız bir iyilikle karşılık veremeyiz.
Buna, ne gücümüz, ne maddiyatımız, ne sabrımız, ne de, ömrümüz yeter.
Dolayısıyla, prensip olarak, hak eden, hakettiğini görmeli, bulmalıdır.
Siz yapmasanız da, ilahi adalet, kendi mekanizması içinde bunu yapmaktadır, zaten.
Kötüye yapılan iyilik, kötünün etkilenme ihtimali yoksa, kötüyü, aşırılaştırır, şımartır, daha da, kötü yapar, azdırır.
 O zaman da, kötüye iyilik yapmakla, kötüye iyilik değil, kötülük etmiş olursunuz.
Kötülüğünün derinleşmesine, katkı yapmış olursunuz.
Ya da, kötülüğün önünü açmakla, kötülüğün yayılmasına izin vermiş olursunuz.
Kötüyü büyütmüş, beslemiş olursunuz.
O zaman da, kötüden etkilenen zarar gören her şeyin vebali, Sizin omuzlarınıza biner.
Kötülüğü yoketme, engelleme gücünüz varken yapmamanız, sizi, suçlu durumuna sokar.
O halde, iyilik, her kötüyü, iyiye sevk eder, diyemeyiz.
Belki, şöyle demek daha doğru :
Kişiyi iyileştirmek istiyorsanız, onun anlayacağı dilden davranmanız daha doğrudur.
Nezaketten anlayamayacak birine nazik olsanız, ne ifade eder ki ?
Bencil olan, devamlı almaya alışmış birine vermeniz bir şey ifade etmeyebilir.
Dolayısıyla, ilacı, hastaya göre üretmeniz, daha anlamlı olabilir.
Bu tür ahlaki davranışları genelleştirmek, insanların, gereksiz yere yıpranmalarına, zarar görmelerine neden olabilir.
Bir işletmeye, iş ortamına, sürekli zarar veren birini, o işte, tutmanız onu iyileştirebilir mi ?
Eşini, taciz eden, eşini, hor gören, eşini sömüren, erkek olsun kadın olsun, birine, iyi olmanız ne ifade edecek ki ?
 Ona, anladığı dilden konuşacaksınız.
Hak edene, hak ettiğini yapmak, öksüz, yetim giydirmek kadar, sevaptır " sözü, boş olabilir mi ?
 İlahi adaletin tecelli etmesi, hak edenin hakettiğini görmesi, yaşaması, kurulan ilahi düzenin gereğidir.
Bizler, yapmamamız gerekenleri yaparak, iyilik yapılmayacak insanlara iyilik yaparak, bu düzenin gereğini yerine getirmemiş oluyoruz.
O zaman da, ilahi düzen, iyilik yaptığımız halde, bizi, cezalandırmaktadır.
Ama, aslında, onun adına iyilik demek doğru değil.
 İyilik, iyileştirirse iyiliktir.
İyilik, kötüyü besliyorsa, iyilik olmaz, kötülüğün besini olmuş olur.
Ancak, iyilik, bütün kötüleri iyiye çevirir, dönüştürür, diyemeyiz.
Eğer, doğru davranırsan, herkes memnun kalır.
Adaleti sağladığını, Sen de, hissedersin.


Cafer Günday