28 Ağustos 2014 Perşembe

Türkiye, Dünya Devleti, Olabilir Mi ?

Bir vatandaş olarak isteriz, elbette.
Ama bu istek, sadece, damarlarında, belli bir kanın dolaşmasıyla olacak bir iş değil gibi görünüyor.
Ya da, geçmişte ulaşılan sınırlara bakarak, iç çekmekle de, ulaşılacak bir durum değil, galiba.




Çağ, akıl çağıdır.
Aklın, maddeyi, yönetme, yönlendirme çağıdır.
Eğer, bir akıl toplumu değilseniz, Dünya Devleti olma isteğiniz, havada kalabilir.
Bırakın Dünya Devleti olmayı, Dünya Devletlerinin güdümünde, onların dediğini yapan, " Gel " dediğinde, gelen, " Git " dediğinde giden, bir ülke konumuna düşebilirsiniz.




İnsanlar, yaşlandığında, eskiyle övünmeyi sever.
" Ben, zamanında, şöyle asardım, böyle keserdim, uçardım, kaçardım " vb.
Bunları dinleyen gençler de, uflayıp, puflarlar, " Yine başladı, bizim ihtiyar " derler.




" Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere

Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber

Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa

Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım. "



Yeni şeyler söyleyebilecek miyiz ?

Yoksa, köprünün altından sular akalı, çok mu, oldu ?

" Atı alan, Üsküdar'ı geçeli ", çok mu, oluyor ?

Biz, ülke olarak, " Kaybedenler Klübü "nde yerimizi, çoktan aldık mı ?


" Züğürt tesellisi " ; insanın kendini durumun vahametinden kurtarmak adına ürettiği teselli çeşididir.
Geçmişle övünmek, potansiyel gücünü düşünmek, bu teselliler arasındadır.
Atalarımız, şöyle kaçardı, böyle kovalardı, yiğitti, mertti, asardı, keserdi.
Bunlar, en hafif deyimiyle, " züğürt tesellisi" dir.
Bugüne bakacaksınız, üretim altyapınıza, eğitilmiş insan gücünüze, Dünya ekonomisindeki, üretimindeki yerinize bakacaksınız.
Ağır sanayiniz, " makine üreten makineleriniz " var mı, ona bakacaksınız.
Buluş sayınıza bakacaksınız.
Ürettiğiniz, " Bilimsel Makale " sayısına bakacaksınız.
Sporda, neredesiniz, Bilim İnsanlarınızdan kaçınız, Bilim Dünyası'nda yer almış, ona bakacaksınız.
Müzik, sanat üretiminize bakacaksınız.
Gayri Safi Milli Hasıla'nıza bakacaksınız.
Verimliliğe bakacaksınız.



Yıllarca, Orhan Gencebay'ın, " Bir teselli ver " parçasını dinledik.
Biz, bunlarla teselli ararken, Dünya devletleri liginde olan ülkeler, laboratuvarlarda, fabrikalarda, zaman harcıyorlardı, buluş peşinde koşuyorlardı.
Ne yazık ki, acı ama Dünya Devleti olma trenini kaçıralı, çok oluyor.



Bor'un pazarını kaçırdık kaçırmasına da, bu gidişle, Niğde'den de, elimiz boş döneceğiz gibi görünüyor.




Cafer Günday



Not : " Yeni şeyler söylemek lazım " dizeleri, Şâir düşünce adamı ve mutasavvıf, büyük insan, Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî'ye aittir.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Dağdan gelen, bağdakini kovmaya çalışırsa...

Çok eskilerde, bir ülke, başka bir ülke tarafından işgal edilir, yerel halk, kılıçtan geçirilir, " Burası, benim ", denirmiş.
Bu el değiştirmenin üzerinden de, yüzyıllar geçince, orası, yeni sahiplerinin olurmuş.
İşin aslına bakarsanız, Amerika, Kızılderililerindir, Anadolu, başka halklarındır, İstanbul Bizans'ındır. vb.


Burada, " İstanbul, Bizans'ındır, biz de, onun torunlarıyız, hadi çıkın, biz oturacağız ", denir mi ?
Son haritalar, büyük Dünya savaşlarında çizilmiştir, problemli yerler vardır, emrivakiler vardır, zorla yerleşmeler vardır.
Bunların dışında bir de, mevcut halkların içine yapılan göçler, transferler, vardır.




Burada, çeşitli nedenlerle, başka dinlerden ve milliyetlerden insanlar, yerleşik yaşayan toplumlara dahil olurlar.
Onlarla birlikte yaşamaya başlarlar.
Birlikte üretir ve tüketirler.
Zaman içinde, evlilikler olur, çocuklar doğar, toplumlar, birbirine karışmaya başlar.
Anne Alman, Baba Türk, çocuğa, ne diyeceğiz ?
Anne Fransız, baba, Japon, çocuk, hangi milliyetten olacak ?


Burada, daha önce olmayan, yeni bir kavram gelişmeye başlamıştır.
" Dünya vatandaşlığı, evrensel insan ".
Fransız anneden, japon babadan olan çocuk, nüfus cüzdanı ne olursa olsun, o artık, Dünya vatandaşı olmaya aday bir insandır.
Bu çocuk, bir de, gidip, Kanadalı'yla evlenip, çocuk sahibi olursa, hesaplar, iyice karışır.
Hatta, daha da, ileri gidelim, Kanadalı'yla evlenip, çocuklarını, Çin'e yerleşip burada doğururlarsa, ne diyeceğiz ?
Doğan çocuk da, Çinli bir eş seçip, çocuklarını, Brezilya'da yetiştirmek isterlerse, ne olacak ?



Dünya, artık, böyle bir yöne doğru gidiyor.
Artık, dağdaki - bağdaki ayrımı, uzun yıllar da, sürse, yok olmaya doğru gidecek.
Ancak, bu geçiş döneminde, dağdan gelenler, bağdakilerin hayatlarına, kurallarına saygı duyacaklar.


Dağdan gelip, bağdakini beğenmemeye başlarlarsa, bağdakilerin de, onları, tekrar geldikleri yere gönderme hakları vardır.
Esas olarak, Alman toplumunda yaşayan Türkler, Alman toplumuna, Türkiye'de yaşayan diğer toplum üyeleri de, Türkiye'nin değerlerine saygı göstermek, birlikte yaşamayı sindirmek durumundadırlar.

Amerika, ne yapsın ?
" Herkes geldiği yere geri dönsün ", deseler, Amerika'da, kimse kalmaz.



Birlikte yaşamayı beceremezseniz, Almanlar, " Türkleri getirmekle yanlış yaptık " demeye, Türkler de, " Bu Suriyeli'ler geldi, huzurumuz bozuldu, geldikleri yere dönsünler " demeye başlarlar.



Vizyonda, yeni bir film var : Sürpriz damatlar. Orijinal adı :Qu'est-ce qu'on a fait au Bon Dieu?Tutucu, Katolik bir Fransız ailenin dört kızları, Müslüman, Yahudi, Çinli ve Afrikalı damatlarla evleniyorlar.

Geleceğin Dünyası'nı, bugünden görmek istiyorsanız, bu filmi kaçırmayın...






Cafer Günday






23 Ağustos 2014 Cumartesi

Türkiye’nin Uyguladığı Kapitalizm, ‘Ahbap Çavuş Kayırma’ Kapitalizmi.

Bu, her dönem, böyle miydi ?
Evet, böyleydi.
Kapitalizmi de, kendimize benzettik.


Ama sermaye sistemi, bu mudur ?
İşleyiş kuralları böyle midir ?
Değildir.
Tam kapitalist anlayış, bırakın ahbap - çavuşluğu, kan bağını da, dışarıda bırakır.


Sermaye şirketleri, kişilerin mülkiyetinde olduğu için, bizde, şirketlerde, şirket sahibi, istediği gibi at oynatacağını sanır.
Şirketin kasası, işletme sahibinin cebi olarak görülür.
Akraba - ı taallukat, yeteneklerine bakmadan, şirketlere doldurulur.
Bizde, sermaye şirketlerinde, amcalar, yeğenler, oğullar, kızlar, enişteler, gelinler, eşlerden geçilmez.
Bi bakarsınız, yeni yetme bir enişte, yurtdışında okumuş bir evlat, gelmiş müessesenin başına çöreklenmiş.



Ondan sonra da, bir çuval inciri berbat edip bırakır, ortalığa.
Ne, işletme tecrübesi vardır, ne, finans bilgisi, ne girişimci cesareti.
En büyük özelliği nedir ?
Aileye damat - gelin olmak veya ailenin bireyi olmak.



Sermaye dışarı kaçmasın diye, akraba evlilikleri yaptırılır.
İki şirket birleşmek istiyorsa, önce, kızla oğlan evlenmelidir, böylece, temel sağlam atılır diye düşünülür. Ne de, olsa, " şark " zihniyetiyle düşünmüyor muyuz ?
Finansın başına, kan bağı olan biri getirilir.
O da, öbürlerinden daha çok " götürür " ya, o da, başka bir konu.

Sermaye sistemi, kapitalizm, bir sistemdir, ekonomik bir sistemdir.
Kendi kuralları, kanunları vardır.
Bunlar, kişiden kişiye, ülkeden ülkeye değişmez.
Siz, sadece, kapitalizmi, kendinize benzetmeye çalışırsınız.
Ama, ne kadar zorlarsanız zorlayın, Size benzemez.
Önünde sonunda, kendi kurallarını hakim kılar.


Ülkemizdeki, " ahbap - çavuş " kapitalizmi, sona ermek mecburiyetindedir, sona da, erecektir.
Bu, bir zaman meselesidir.
Uluslararası sermaye, kendi kurallarını, kendi değerlerini, ülkemizde, yerleştirecektir.
Bizler de, toplum olarak, bu, yeni değerlerle yaşamaya başladık da, zaten.
Devlet, yeniden yapılanıyor.
Toplumu oluşturan ana kurumlar, " ahbap - çavuş " ilişkilerinden arındırılıyor.
Şirketler, rantabl şirketler olmaya zorlanıyor.
İş verme, ihaleler, inanç ve görüşlere göre değil, piyasa şartlarına göre yapılmaya uğraşılıyor.
Henüz, çok yol alındığı söylenemez, ancak, bu konuda, çalışmalar, çabalar, durmuyor, durmayacak.



Toplumsal zihniyetimiz, farkında olalım, olmayalım, değişmeye başladı.
Sermaye sisteminin olmazsa olmaz koşulu olan, para ilişkileri, en ön plana geçiyor.
Seçimler, " ahbap - çavuşluktan ", " kan bağından " nitelikli olanı seçmeye doğru kayıyor.
Hala sürüyor diyebilirsiniz, ama uzun vadede, gidiş yönü budur.



Sermaye sisteminde, ne akrabalık, ne ahbap çavuşluk en büyük değerdir.
Sermaye sisteminde, en büyük değer, " Sermayedir " ve öyle olmalıdır.




Cafer Günday




Not : Yazının başlığı, Sabancı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Ersin Kalaycıoğlu'nun bir yazısından alınmıştır.




21 Ağustos 2014 Perşembe

Bozuluyor Muyuz, Düzeliyor Muyuz ?

Hastalık, iyileşmenin başlangıcıdır...
Hastalık derinleştikçe, iyileşmeye de, o kadar yaklaşırsınız.
Hastalık semptomları ortaya çıktığında, vücut, çoktan hastalanmıştır da, görüntü, dışavurum başlamıştır.
Aslında, hasta, semptomlar arttıkça, iyileşmeye yaklaşıyorum diye, sevinmelidir.


 
Hasta, hastalık ilerledikçe, öleceğini, iyileşmeyeceğini sanır.
Çoğu zaman, ölür de.
Ama iyileşmeyip ölmesi, iyileşmeyi kabul etmediği için gerçekleşir.
Hastalık, kendi içinde, iyileşmenin unsurlarını da, taşır.
Kişi, vücuduna, bağışıklık sistemine yardımcı olmazsa, organizma, hastalığa teslim olur, kronikleşir ve nihayetinde, ölüm gerçekleşir.

Ahlak, bozuldu.
Uyuşturucu, yaygınlaştı.
Hastalıklar, arttı.
Yalan, dolan, talan, inanılmaz seviyelere çıktı.
Kimse, kimseye güvenmez oldu.
Boşanmalar arttı.
Aile yapısı sarsılıyor.
Evlilik dışı ilişkiler, yaygınlaşıyor.
Fuhuş, aldı başını gidiyor.
Rüşvetin önü alınamıyor.
Savaşlar, ölümler, yokluklar, vicdansızlık, had safhada.


Tablo, ne kadar karanlık değil mi ?
Bu tabloya bakıp, iyileşme, bunun neresinde diyebiliriz ?
Görüntüye bakarsanız, doğru, iyileşmeyi göremezsiniz.




Bozunma süreci, iyilik halinden uzaklaşmaya başlanıldığını gösterir.
Ama aynı zamanda, bir sonraki iyilik sürecine de, yakınlaşmayı anlatır.
Toplumlar iyice çığrından çıktığı zaman, peygamberlerin gönderilmesi, liderlerin ortaya çıkması, boşuna değildir.
Bunlar, organizmayı iyileştirme çabasıdır.


Bozunmadan rahatsız olan unsurlar, kurtarıcının etrafında, toplanırlar ve iyileştirmeyi hızlandırmaya çalışırlar.
Bozunma derinleştikçe, iyileşme çabası da, artar ve hızlanır.





Bozuluyoruz derken, aynı zamanda, düzeliyoruz da, demiş oluyoruz...





Cafer Günday


15 Ağustos 2014 Cuma

Değerlerimizin Değersizliği ... Değersizlerimizin Değerliliği...

İnsan, birbirine değer katar.
Birbirini, yüceltir.
Birbirini, onurlandırır.
Birini alkışladığınızda, övdüğünüzde, ona değer katarsınız.
Birine ödül verdiğinizde, onu, yüceltirsiniz.


Mimar Sinan


Birini alçaltmak istediğinizde, onu, yuhalarsınız.
Onu, dışlarsınız.
Ona, hakaret edersiniz.
Ona, aşağılayıcı davranırsınız.
Onu, görmezden gelirsiniz.


Toplumsal değerlerle, evrensel değerler, her zaman örtüşmeyebilir.
Sizin yuhaladığınız, evrensel değer taşıyan biri olabilir.
Sizin alkışladığınız, evrensel değer taşımayan biri olabilir.
Burada, ölçü, Siz ve Sizin değerleriniz, değildir.
Ölçü, evrensel değerlerdir.

Epiktetos


Sizin değersiz bulduğunuzu, zaman, değerli kılabilir.
Sizin değersiz bulduğunuzu, evren, değerli bulabilir.
Sizin değerli bulduğunuzu, zaman, silip yok edebilir.
Sizin değerli bulduğunuzu, evren, değersiz bulabilir.


Eğer, evrenin değersiz diyeceğini değerli, evrenin değerli diyeceğini, değersiz ilan ediyorsanız, o zaman, evrensel değerler, toplum olarak, Sizi, silip süpürür, zaman içinde.
Dünya, Sizi, alır, bir kenara koyar.
Ölçü, hiç bir zaman, tek başına, Siz olamazsınız.
İnsanları, toplumları aşan, evrensel değerler vardır ve bu değerler, kişiye, topluma göre değişmez.

Leonardo da Vinci


Çok ısrar ederseniz, toplum olarak, Siz de, elimine olursunuz.
Değerlerinizi, değersizleştirirseniz, onlar, değerlerini, başka yerden almaya başlarlar.
Değerlerinizi değersizleştirdikçe, değersizlerinizi yücelttikçe, Siz de, evrensel olarak değersizleşmeye başlarsınız.
Esameniz okunmaz, dikkate alınmazsınız.

Hegel


" Altının kıymetini, sarraf bilir ".
Altına, değer biçemiyorsanız, sarraflığınız geçersiz olur.
Eğer, yaşanılan çağ, evrensel değerler açısından düşükse, o durumda da,  zaman, o değeri, sahibine verir.
500 yıldan, 1000, 2000 yıldan beri yaşayan şairler, Bilim İnsanları, siyasetçiler, liderler, filozoflar vardır.
Bunlar, evrensel insanlardır.
Belki, çağlarında, taşlanmışlar, önemsenmemişler, değer verilmemişlerdir.
Ama zaman, onların değerini, yerli yerine koyar, haklarını teslim eder.








Bizler, kendimize, şu soruları soracağız :
Evrensel değerlerin neresindeyiz ?
Değerlerimize, değer mi, katıyoruz, değersizleştiriyor muyuz ?
Değersizlerimize, hak etmedikleri halde, değer mi, katmaya çalışıyoruz ?






Ölçü, evrensel değerlerdir...







Cafer Günday




14 Ağustos 2014 Perşembe

Hayatı Üretenler ve Hayatı Daraltanlar...

Hayat, doğurgandır.
Hayat, çoğalmaya, artmaya programlıdır.
Birden, 5, beşten 50, elliden 500 çıkar.

Hayat aktarır.
Hayat, aktarmaya, biriktirmeye programlıdır.
Bir önceki, bilgisini, birikimini, bir sonrakine aktarır.



Hayat, temizler.
Atıl olanı, gelişmeyeni, biriktirmeyeni, tembeli, yok eder.
Yeniye, gelişene, çalışana, üretene yer açmak için, durağanı, ortadan kaldırır.


Durağanlığı, statikliği savunan felsefeler, dinler, inançlar, Dünya sahnesinde bir süre görünür, sonra kaybolurlar.
Gelişmeyi, çoğaltmayı, biriktirmeyi, aktarmayı, üretmeyi, paylaşmayı savunan felsefeler, dinler, inançlar, zayıflamaz, güçlenir ve yaşamaya devam eder.


Toplum olarak, üretene, çoğaltana, doğurana, geliştirene, paylaşana yol açıp, destek oluyorsanız, Siz de, güçlenip pekişirsiniz.


" ABD'de yaşayan ve çalışan, İranlı matematikçi Profesör Meryem Mirzahani, Fields ödülünü kazanan ilk kadın olarak tarihe geçti. Fields ödülleri, "matematiğin Nobeli" olarak görülüyor.
Mirzahani, çalışmalarında özellikle hiperbolik geometri, ergodik teori, simplektik geometri ve Teichmüller teorisine odaklanıyor.
Aslında uzun süredir araştırmalarıyla tanınan matematikçiye verilen bu ödül "geç kalmış" olarak yorumlanıyor. "



Amerika'yı seversiniz ya da sevmezsiniz, İran'ı desteklersiniz ya da desteklemezsiniz, bunlar işin güncel politik yönü.
Luc Besson yönettiği ve Scarlett Johansson, Analeigh Tipton, Morgan Freeman oynadığı 2014 yapımı Lucy, yeni vizyona giren bir film.
Bu filmi izlersiniz ya da izlemezsiniz, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ama işlediği konuya dikkat etmelisiniz.






Ülkeleri, toplumları sınıflandırmak için, nelerle uğraştıklarına bakmanız gerekir.
" Geldi beni soyuyor, elimdekini aldı, beni fakir bıraktı " diye mızmızlanmak, meseleyi çözmez.
İran, acaba, bu matematikçi hanımefendiye, nasıl davranacak ?
Biz, kendi değerlerimize nasıl davranıyoruz, " elin gavuru " nasıl davranıyor ?

Biz, üretene, çoğaltana, geliştirene, yapana, inşa edene nasıl davranıyoruz, " elin gavuru " nasıl davranıyor ?
Biz, " hayatı daraltanlara " yan gelip yatanlara, tembellere nasıl davranıyoruz, " elin gavuru " nasıl davranıyor ?
Biz, sanatçıya, şiiri, müziği kendi zihninde üretip var edenlere, heykeltraşlara, ressamlara, nasıl davranıyoruz, " elin gavuru " nasıl davranıyor ?
Sahi, 2014 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü kazanan, Nuri Bilge Ceylan'ın ürettiği,  " Kış Uykusu'nu " kaç kişi izledi, ülkemizde ?
Biz, icat edenlere, mucitlerimize ne yapıyoruz, " elin gavuru " ne yapıyor ?


Hayatı üretenler, hayattan hayat çıkaranlar, biriktirenler, genişletenler, geliştirenler, bulanlar, icat edenler, paylaşanlar, her zaman üstün olacaktır.
Hayatı daraltanlar, kısıtlayanlar, gelişimin önüne set çekmeye çalışanlar, nihayetinde, kendileri daralıp, yok olurlar.




Çünkü, hayatın şifresi, çoğalmak, özgürleşmek, üretmek ve aktarmaktan geçiyor...





Cafer Günday


12 Ağustos 2014 Salı

Bu İnsanlar Neden İntihar Ediyor ?

Robin Williams...
Ernest Miller Hemingway...
Jack London...


Ve onlarcası, yüzlercesi...
Hepsi, sevdiğimiz, hayranlık duyduğumuz, belki, yerinde olmayı arzuladığımız insanlar, bunlar.
Ne oluyor, neler yaşıyorlar da, hayatlarına, kendi elleriyle son vermeyi seçiyorlar.
 




Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Aytekin Sır tarafından yapılan bir çalışmada, Türkiye'de 25 yılda 18 bin 556'sı erkek , 11 bin 697'si de kadın olmak üzere 30 bin 253 kişinin intihar ettiği belirtildi. İntiharlarda 1992 yılından sonra büyük artış olduğu; intiharların ABD ile Avrupa'da ilk 10 ölüm nedeni arasında yer aldığı belirtildi.


Her bir intihar olayının nedeni, farklıdır.
Ancak, sanatçı, Bilim İnsanı gibi, enerji seviyesi, duyarlılığı yüksek insanların intiharlarını ayırt etmek gerekebilir.
İnsan sevgisiyle dolu, üretme aşkıyla yanan bu insanların intiharı, hepimizde, soru işaretleri oluşturuyor, canımızın acımasına neden oluyor.

Robin Williams filmleri geldiğinde, koşa koşa sinemaya giden bizler, bu hayat dolu, insan sevgisi gelişmiş bu güzel insanın intihar haberiyle sarsıldık.
Ve kendimize sorduk : Neden ?

Sanırım, nedeni, duyarlılık seviyesinin yüksekliğinde, yatıyor.
Her bir sanatçı, Bilim İnsanı, nihayetinde, yaşadığı farklı bir olay nedeniyle intihar ediyordur, ancak, bir potada erittiğimizde, göreceğimiz şey, budur.
Hayata karşı, aşırı duyarlılık.
Hayata karşı, farkındalığın yüksekliği.
Hayatın bayağılıklarını kaldıramama, sindirememe.
İyi olma ve elinden kötünün gelmemesi, yaşadıkları, gördükleri, bu insanları, ne yazık ki, kendi iradeleriyle aramızdan ayırıyor.



Duygu Dünyaları, bir noktadan sonra, anlamsızlığı algılamaya başlıyor.
Hayattan bekledikleri duyarlılığı bulamamaları, hayatla olan bağlarını zayıflatıyor.
Yoksa, Robin Williams'ın yerinde olmak isteyecek milyonlarca insan vardır.
Onu seven, saygı duyan, yine, milyonlarca insan vardır.

Bunlar, güzel insanlar, hayatımızı zenginleştiren, bizi düşünmeye, öğrenmeye yönlendiren, hüzünlendiren, sevindiren insanlar.
Ölümüyle, binlerce kilometre uzakta olan insanları hüzünlendiriyorsa, hayatını, boşa yaşamamış demektir.


Sanıyorum, son filmi olan The Angriest Man in Brooklyn, Asabi Adam filmini izlemiştim.
Filmi izlerken, acaba, kendi de, böyle mi, düşünüyor demiştim, içimden.
Duyarlı olan insanların kaderi bu.
Bir çok insanın dönüp bakmadığı olaylardan acı çekiyorlar.
Asabi Adam,The Angriest Man in Brooklyn,  Robin Williams'ın intiharıyla daha da, anlam kazandı.






Cafer Günday






11 Ağustos 2014 Pazartesi

Hepsinin Bir Bildiği Var...

21.000.143
15.587.720
  3.958.048
12.140.623


Bir avuç değil.
Milyonlarca insan.
Hangisine yanılıyor diyeceksiniz ?
Üç kişi olsa, yanıldın kardeşim, o öyle değil, diyebilirsiniz.
Ama iş milyonlara, milyarlara dayanınca, yanıldın demek, o kadar kolay değil.



Menfaat deseniz, o da, değil.
Menfaati olan vardır, muhakkak, ama esas kalabalıklar, inandığı için, davranır.
Bir bildiği var, bir inandığı var.


Kötüyü, fesatlığı mı, istiyorlar ?
Milyonlar, kötüyü isteyebilir mi ?
Belki, bir grup insan vardır içlerinde, yanlışı barındıran, fitne - fesat çıkaran.


O zaman, bu ayrım neden, neden, dört parçaya bölünmüş ?
Herkes, Dünya'yı, ülkemizi kurtarmaya çalışıyor, herkes, insanlığın iyiliğini istiyor.
Bu kadar insanın, birbiriyle hasım olması düşünülebilir mi ?



Savaşlarda, ordular karşı karşıya gelir.
Karşısında hiç tanımadığı bir askere namlusunu doğrultan asker, aslında, onun hasmı olabilir mi ?
Bir an için, ailesini, annesini, babasını, kardeşlerini, eşini, çocuklarını düşünse.
Savaştan döndükten sonra, psikolojisi bozulan, normalleşemeyen onlarca asker, git - gellerle boğuşup duruyor, birçoğu da, tedavi görüyor, intihar ediyor.


Menfaat çatışması deseniz, bir çoğu, birbirini bile bilmez.
Sınıfsal köken deseniz, grupların içinde amele de var, müteşebbis de.
Dindarlık deseniz, her grupta da var, aynı inançtan insanlar.


Yoksa, bu işin, tabiatı mı, böyle ?
İnsanlar, her zaman, böyle, bölünecek, gruplara ayrılacak, karşı karşıya gelecekler.
Bu farklılıklar, her zaman, ilelebet, devam mı, edecek ?
Bu farklılıkların, gerçek kökenleri var mı, yoksa, hepsi birer yanılgı mı ?
Olayları, gerçekleri görememekten mi, kaynaklanıyor bu farklı görüşler ?


Yoksa, bütün bu bloklar, bir bütünün parçası mı ?
Tek bir vücudun, başka bölümlerini mi, oluşturuyorlar ?
Farkında olmadan, biz olan diğer yarılarımızla mı, çekişip duruyoruz ?



İyileşme için, sadece bir parçanın sağlıklı olması yetmiyorsa,
Bizler de, doğruyu, iyiyi, çarpışa çarpışa mı, bulacağız ?
Diğer yarılarımızı yok saymak, yok etmek, aslında, kendimizin bir parçasını koparmak anlamına mı, geliyor ?


Nereden çıktı bunlar dediğimiz, kendi ürettiğimiz kişilikler mi ?
Karşıt olarak gördüklerimizi, bizler, kendimiz mi, üretiyoruz ?
Eksiklerimiz, görmediklerimiz mi, acaba, karşıtlarımızı üretiyor ?
Eksik olmayan, tam olan, yok etmeyi, parçalamayı, bölmeyi düşünebilir mi ?
Kendi ruhunda Bir'liği bulmuş olan, Dünya'da da, Bir'liği istemez mi ?




O halde, yukarısı, neden, 4 parça ?
Oturup, yaşayıp düşüneceğiz.
Belki, zamanla, 4 parçayı, iki parçaya indireceğiz.
İki parçayı da, tek parçada bütünleştireceğiz.
Hepimiz, bir ağacın dalları değil miyiz ?
Hepimiz, aynı kökten yeryüzüne yayılmadık mı ?



Hepimiz, bir bütünün parçası değil miyiz ?





Cafer Günday

















9 Ağustos 2014 Cumartesi

İstanbul Depremi, Ne Zaman, Gerçekleşecek ?

Çok uzak, değil.
Mw 6.9, Ege Denizi depreminin arkasından, bir kaç yıl sürecek, bir sakinlik bekliyoruz.
Bu sakinlik yaşandıkça, İstanbul depremi de, geliyor, diyeceğiz.


Bilim Dünyası, ne yazık ki, tarih konusunda, çaresiz kalıyor.
Depremlerin gerçekleşeceği zaman, henüz, bilinemiyor.
Bilim Dünyası, halihazırda, bilinebileceğine de, inanmıyor.
Ancak, bu konuda, çalışan, deprem tahmini ve kestirimi yapan, gönüllü insanlar, uzmanlar var.


İstanbul depreminin tarihi, bir kaç yıl önceden verilemeyebilir.
Ancak, 1939 Erzincan ve 1999 Gölcük depremlerine göre, farkındalık, daha yükselmiştir.
Bireysel olarak gözlem yapan, deprem ön belirtilerini yakından izleyen, insanlar vardır.
Bu insanlarımızın, gözlemleri, kıymetlidir ve itibar edilmelidir.


Deprem tarihi bilinemediği için de, konuyla ilgili yaklaşımlar çeşitlenmekte, farklılaşmaktadır.
Fakat, Japon Bilim İnsanları, çok yaklaştığı yönünde, görüş bildirmektedirler.
Bu beklenti, bir kaç yılla sınırlanmaktadır.
Ahmet Ercan Hoca'mız ise, İstanbul depremini, 40 yıl ötelemiş durumdadır.
İnsanlar, bu durumda, tereddütte kalmaktadırlar.
Bilim İnsanları kendi aralarında uyuşamadığı için, kime inanılması gerektiği konusunda, tereddütler yaşanmaktadır.



İstanbul depremi konusundaki her görüş, önemsenmelidir.
Her görüş, dikkate alınmalı, öyle değerlendirilmelidir.
Kimin, deprem tarihini doğru tespit edeceğini önceden bilemezsiniz.
Belki de, sıradan bir vatandaşımızın bir gözlemi, bize, İstanbul depremini işaret edebilecektir.
Bu vatandaş, bir kuaför de, olabilir, bir taksi şoförü de, bir dalgıç da, bir balıkçı da, bir kaplıca işletmecisi de.



Dünya'daki Bilim İnsanlarının görüşleri, ciddiye alınmalıdır.
1999 Gölcük depreminden yaklaşık 1 ay önce, Kanada Deprem Kurumu Başkanı, yer yanlış olmakla birlikte, Gölcük depremini haber vermişti.
Biz de, bu Bilim İnsanını, turizmi baltalıyor diye, eleştirmiştik.
Dünya'nın, herhangi bir yerinde, bilmediğimiz birileri, depremi, tahmin edebilir, kestirebilir.
Bu bilgiler, uyarılar, çıplak gözlemlerle birleştirip bir sonuca varılabilir.


Her halukarda, İstanbul depremine, hazırlıksız yakalanmak yerine, bireysel tedbirler alabilmeliyiz.
Depreme, İstanbul'da, Marmara'da yakalanmak istemeyenler, 3 - 5 sene, başka bir ilde hayatlarını sürdürebilirler.
Özellikle, emekli olanlar, iş mecburiyeti olmayanlar, bu seçeneği, ciddi olarak düşünebilirler.
Yeni çocukları olanlar, okul öncesinde, hayatlarına, başka bir ilde devam edebilirler.
Yıkım ve sonuçları büyük olacağı için, radikal tedbirler alınmalıdır, bireysel olarak.


İstanbul depreminin travması, hem yaşayanlar olarak, hem de, ülke olarak kolay kolay atlatılacak bir travma olmayacak.
Hepimizi, derinden etkileyecek.
Kayıplarımız, büyük olacak.
Bu kayıpları en aza indirebilmek, biraz da, bizim elimizde.
Radikal kararlar, bir süre, deprem bölgesinden uzak hayatı tercih etmek, en doğru tercih gibi görünmektedir.



Özellikle, çocuklarınızın ve yaşlılarınızın, deprem bölgesinden uzak bir hayatı sürdürmeleri, sonradan duyulacak pişmanlıkları önleyebilecektir.
Neden, yapmadık, neden, uzaklaşmadık sorusu, ölene kadar, yakanızı bırakmayabilir.
Yakınlarınızı, sevdiklerinizi, depremde kaybettiğiniz zaman, bunun pişmanlığı, Siz hayatta kalmış olsanız bile, derinden yaralayacaktır.
O halde, İstanbul depremini, İstanbul'da yaşayanlar, ciddiye almalı, önemsemelidir.



İstanbul depremi, yaklaşmış olabilir.
Süre de, bir elin parmaklarını geçmeyebilir.





Cafer Günday












Kime Niyet, Kime Kısmet...

Kırmızı plakalar...
Köşk...
Gücün merkezileşmesi...
Ne kadar çok insanın, hayalini süslüyor ?



Mükemmel bir kadın...
Mükemmel bir erkek...
Muhteşem bir ev...
Harika bir yat...
Sınırsız bir tüketim...
Ne kadar çok insan, imreniyor ?

Güç peşinde olan güç,
Sağlık peşinde olan, sağlık bulur.
Para peşinde olan, paraya ulaşır.
Bilgi peşinde olan, bilgiyi bulur.
Huzur peşinde olan, huzura kavuşur.
Hakk peşinde olan, Hakk'ka ulaşır.



Üç adayımız var, köşke çıkması beklenen...
Üçü de, köşk hayaliyle yanıp tutuşuyor...
Seçilemeyen ikisi, büyük hayal kırıklığı yaşayacak.
Seçilen, çıkıp, köşkün koltuğuna oturacak.


Oturacak da, bir gün, inmek için oturacak...
Zirveler, soğuktur, zirveden daha yukarısı yoktur.
Bütün güç, zirvede toplanır, zirve, yalnızdır.
Zirveye çıkmayan, Dünya'nın, zirveden nasıl göründüğünü bilmez.
Zirveye çıkan, muradına eren, bir gün, bu muydu, der.
Bütün çabam, bunun için miydi ?


Amaca ulaştıktan sonra, amaç anlamsızlaşır.
Çünkü, amacı anlamlı kılan, o amaca ulaşma çabasıdır.
Doyduktan sonra, sofra anlamsızlaşır.
Su içtikten sonra, su, önemini yitirir.
Tatmin olduktan sonra da, beden, bir et yığınına döner.



Kimler geldi, kimler geçti, bu Dünya'dan.
Koltuk, güç, iktidar hırsıyla, kimler, neler yapmadı ?
Koltuğa oturan, koltuğun anlamsızlığını bilir.
Koltuktan inen, ben, bu koltuğa neden oturdum diye sorar, kendi kendine.


Bir de, her çıkan, alkışlarla inecek diye bir şey de, yok.
Hangi konjonktür ne getirir, ne götürür, kimse bilmez.
Giden gidici olduğunu bilir, gelen heyecanlıdır.
Zaman, ne çabuk geçip gitmiştir.
Biraz daha uzasa koltukta oturma süresi, olmaz mıydı ?



Üzülürüm her kim olursa olsun, koltuk ve alkış meraklılarına.
Çabalarının, boş ve anlamsız bir çaba olduğunu anladıklarında, vakit geç olacaktır da, onun için.
Güç hırsı, bitmeyen bir hırstır.
Hep, daha fazlasını ister.




Her isteyenin istediği olsaydı, imparatorluklar, yok olmazdı.
Devletler yıkılmaz, insanlar ölmezdi.
Bir ülke, bütün Dünya'ya egemen olurdu.
Herkes, istediğiyle kavuşur, istediği, arzuladığı hayatı yaşardı.


İstediğini yaşamakla, yaşadığını istemek arasında, bir ayrım var.
İstediğin senden, yaşadığın, Hakk'tan gelir...
Hırs sahibi, Hakk'tan gelene, razı olmaz.


Ama, Hakk, her zaman, üstündür...





Cafer Günday





7 Ağustos 2014 Perşembe

Balık Kavağa Çıkamazsa, Aptal ve Yeteneksiz midir ?

Hayvanlar arasında, kavağa çıkma yarışması düzenlense, ne olur ?
Balıklar, bu yarışmada yer alabilir mi ?



Biz insanlar, yetenek konusuna, gereği kadar önem vermiyoruz.
Onun için de, hayatlarımız zora giriyor, mutsuz oluyoruz.
Başarısız oluyoruz.
Kendimiz, ailemiz, toplum, etiketi yapıştırıyoruz acımasızca : " Beceriksiz "


Komşu kızı / oğlu, nerelere geldi, Sen, hala otur yerinde.
Elin adamı, yatlarda, katlarda geziyor, Sen, bizi, üç kuruşa, mahkum ediyorsun.
Baba, biz, niye, fakiriz ?
Beni, ne doktorlar, ne mühendisler istedi, vara vara, Senin gibi, bir beceriksize vardım.

Verdiğim işleri, niye zamanında yapmıyorsun, biz, sana, bunun için para vermiyoruz.
Çalışacaksan çalış, çalışmayacaksan, kapı orada.
Adam, elini hangi işe attıysa, batırdı.
Hazır işi, yürütemiyor, bu ne, beceriksizlik.

Bu ne dağınıklık böyle, Sen, bizim, kızımız / oğlumuz olamazsın.
Annen / baban bu kadar çalışkanken, Sen, niye böyle, tembel oldun ?
Sen, ne kadar, odun kafalısın, böyle ?
Senden, adam olmaz ?
Bu çocuğu, boşuna okutmayın.


Sen, iki satırı bir araya getiremezsin.
Sen, hey ,en arka sıradaki, pencereden dışarıyı seyredeceğine, dersi dinle.
Çocuğunuz, çok haylaz, hiç bir dediğimi yapmıyor.
Çok disiplinsiz, bu nasıl çocuk böyle ?

Bunların hepsi, neyi gösterir ?
İnsanların, çocukların yeteneksizliğini, beceriksizliğini mi ?
Yoksa, kişinin, hangi yeteneği olduğunun bilinmemesi, o yeteneğine göre eğitim almaması mı ?
Yeteneğine göre, bir işte çalışmaması mı ?


Yeteneğine göre eğitim alanlar, yeteneğine göre meslek seçenler, Dünya'nın en mutlu ve en başarılı insanlarıdır.
Öncelikle, çocuklarımızın hangi yeteneklere sahip olduklarını keşfetmeliyiz.
Ve sonra, bu yetenekleri geliştirecek ortamları, eğitim imkanlarını, çocuklarımıza sunabilmeliyiz.
Çocuklarımızın, kendi yeteneklerini keşfedebilmeleri için, onları, teşvik etmeliyiz.

Başarılı, üretken, mutlu bir aile, mutlu insanlar, mutlu bir toplum, mutlu bir Dünya istiyorsak, yeteneği, en ön plana almalıyız.
Bütün toplumlar, bütün Dünya, insanların yetenekleri çevresinde teşkilatlanmalı, eğitim sistemleri, bu çerçevede kurulmalıdır.
Meslek seçimi, tamamen, yeteneğe dayalı olarak organize edilmelidir.


Eğitim öncesi, anne - baba, çocuğun yeteneklerini ortaya çıkarabilecek davranış, sergilemelidir.
Dünya, yeteneklerin doğru yerde kullanılmasıyla ve geliştirilmesiyle, en iyiye ulaşabilecektir.


Balığa, yüzme yarışması, maymuna da, tırmanma yarışması tertip etmeliyiz.
Balık, yüzünce, mutlu olur, maymun da, ağaçtan ağaca atlayınca.
Halbuki, balıklar tırmanmaya, maymunlar da, yüzmeye çalıştıkça, mutsuzluk, başarısızlık, aldı başını gidiyor.





Hey, balıklar, haydi yüzmeye...
Hey, maymunlar, haydi ağaca...
Daha mutlu bir Dünya için,
Daha mutlu ve başarılı insanlar için,
Herkesten, yeteneğine göre...







Cafer Günday









6 Ağustos 2014 Çarşamba

Yık Beni!

Neron'un, Roma'yı, yeniden inşa etmek için yaktığı söylenir.
Kaslanmak için, mevcut kaslarımızı, yıkmak, zarar vermek zorundayız.
Değişim ve iyiye gitme, mevcudu sıvazlamakla gerçekleşmez, yıkmakla gerçekleşir.

Üretim sürecinde, hammadde harcanmadan, yeni ürün üretilmez.
Besinle tüketmeden, hayat devam etmez.
Üretmek için, tüketmek esastır.
Tüketim olmadan, üretim olmaz.
Yıkmadan, yeni inşa edilmez.



İnsana en büyük faydası dokunanların, ona en çok zarar veren olduğu söylenir.
En iyi yetişmiş insanın da, en çok eziyet çeken insan olduğu rivayet edilir.
Yaratıcının ilahi düzeni kurarken, ödüle giden yola, alınterini koyduğu dile getirilir.
Emeksiz yemek olmaz sözü, önce, terlemeyi, zorlanmayı, yıkmayı işaret eder.

Çocuklarının elini, sıcak sudan soğuk suya sokmayanların, genellikle, sıkıntı çektiği bilinen bir durumdur.
Hazırcı, " kaşık düşmanı ", çocuklar, terlemenin ne olduğunu bilmez.
Yemek seçer, sofraya konanın kıymetinden, habersizdir.

Kanla, gözyaşıyla alınan topraklar, santim santim, çizilen sınırlar, yan gelip yatanın oyuncağı olur.
Hazıra konan nesiller, bin bir çabayla biriktirilen mirası, bir mirasyedi gibi, kısa zamanda tüketirler.


Geçen gün, facebookta dolaşan bir video izledim.
Bikinili, alımlı hanımlar, bir yatta, ellerinde içki şişeleri, " Tatile mi, gidemiyorsunuz, paranız mı, yok, Bize ne, .... " diyorlar.
Böylelerini, bırakın yatta tatil yapmayı, 300 madencimizin gömüldüğü madenlerde, boğaz tokluğuna çalıştıracaksınız.
Ya da, seks tüccarlarına teslim edeceksiniz ki, Dünya kaç bucakmış, öğrensinler.

Bu hanımefendiler, Dünya'da, 2 milyar insanın temiz su içemediğini, daha da fazlasının, aç olduğu, ilaç bulamadığı, hayatta kalma savaşı verdiği, bombaların patladığı bir ortam olduğunun farkında da değiller, umurları da, değil.
Her sabah insanların işyerlerine gittiklerini, günlük geçimlerini temin etmek için, 8 - 10 saatlerini verdiklerini bilmiyorlar.
Bu videoyu izlediğimde, şunu düşündüm : Artık, yıkma zamanı yaklaşmış.
Bozunma, bu seviyelere kadar gelmiş.
Düşünce, ahlak ve emek açısından, hak etmeyen insanların hak etmedikleri ortamları yaşaması yaygınlaşmış.

İnsanlar, şirazeden çıkmaya başlamışlar.
Yıkım zamanları, kendini, böyle durumlarla hissettirir.
İnsanlar, yıkımı, kendisi çağırır.
Yenilenme olması için, yıkım, şarttır.
İlahi düzenin, eskiyeni, yoldan çıkanı hizaya getirme yöntemi, budur.



Yıkım zamanı, yaklaşmış gibidir.
Kim ve ne mi, yıkar ?
Bir bakarsınız, tabiat olayları, bir bakarsınız, savaşlar, bir bakarsınız, uluslararası sermaye, hiç farketmez.
Hizadan çıkanı, bir güç harekete geçer ve hizaya getirir.


Anladığımız kadarıyla, insanlarımız bağırmaya başlamışlar :

" Yık beni "






Cafer Günday
















5 Ağustos 2014 Salı

Vicdansız sermaye...

Sermaye, rasyoneldir.
Sermaye, ölçer, biçer, tartar, hesap yapar.
Sermaye, en aza, almaya çalışır.
Sermaye, en aza, mal etmeye uğraşır.
Sermaye, en az vermek ister.
Sermaye, en azla, en çoğunu kazanmak ister.



Sermayeye, vicdansız demek yerine, rasyonel demek, daha doğrudur.
Sermaye, birikmek, büyümek, çoğalmak ister.
Bu, sermayenin tabiatıdır, doğasıdır, değiştiremezsiniz.
Çoğalma, diyemezsiniz.
Birikme, diyemezsiniz.
Ucuza almaya çalışma, pahalıya satma, diyemezsiniz.
En azı vermeye çalışma, diyemezsiniz.

Sermaye, bu rasyonelitesini, rasyonel insanlar eliyle yürütür.
Eğer, sermaye, rasyonel olmayan insanların eline geçerse, orada durmaz, kaçar.
Sermaye, rasyonel insanların elinde birikir.
Ceolar, yöneticiler, mühendisler, hep, rasyonel insanlardır.
Ellerinde, büyük sermaye biriken insanlar, rasyoneldir.
Onlar, ne gerekiyorsa, onu yaparlar.
Rasyonelite, duygu içermez.

Rasyonel işletilmeyen bir işletme, nihayetinde, kapanmaya mahkumdur.
Sermaye şirketleri, vicdan ve merhametle yönetilemezler.
Bu, onların tabiatına aykırıdır.
İnsanlar, üretim süreçlerinde, bu rasyoneliteye ayak uydurmak mecburiyetindedirler.
Bir sermaye şirketinde, bir kuruşun, gereksiz, fazladan harcanmaması gerekir.
Özelleştirilen işletmelerde, yüzlerce kişinin işine son verilmesi, üç kişinin işinin bir kişiye yaptırılmaya çalışılmasının nedeni, budur.
Sermaye, verdiğinin karşılığını, hatta, fazlasını, kanının son damlasına kadar, almak ister.


Sermaye şirketleri, bir yatırım yapacakları zaman, alacakları şeyin, ucuzlamasını beklerler, hatta, ellerinde imkanları varsa, ucuzlatmaya çalışırlar.
5 milyar dolar eden bir şirketin değeri, kriz zamanında, 1 milyar dolara, düşebilir.
Sermaye şirketine, neden, ucuza alıyorsun, diyemezsiniz.
Satış azaldığında, 500 kişinin işine son verildiğinde, neden, diye soramazsınız, " vicdansız " diyemezsiniz.



Diyelim ki, ülke olarak, sermaye sahipleri ve yöneticileri, şirketleri, duygularıyla yönetmeye başladılar.
Ülke olarak, başarısız olmaya, uluslararası rekabetten geri kalmaya başlarsınız.
Yani, Sizin, vicdanlı olarak yönetme isteğiniz, yenilgiye mahkumdur.
Sermaye, " vicdanlılardan ", " vicdansızlara " doğru, kaçar.
Sermayeyi ve sermayeyi yönetenleri, vicdanlı - vicdansız, merhametli - merhametsiz olarak nitelemek, anlamsızdır.
Sermaye ve onun yöneticileri, sahipleri, rasyonel, duygusuz olmak durumundadırlar.
Sıcakkanlı, duygusal yönü ağır basan bir toplum olarak, bu işleyiş mantığı, bize, ters gelmektedir.
Kimsenin, bir kişinin yapacağı işi, iki kişiyle yapılsın deme hakkı yoktur.



Dünya sermayesiyle entegre olmak istiyorsak ve eşit güç olarak bunu yapabilme isteğimiz varsa, rasyonelite mantığını iyice kabul etmemiz gerekmektedir.
Yoksa, kaybeden taraf, sermayenin işleyiş gereklerini yerine getirmeyen taraf olacaktır.
Bizim işsahiplerimiz de, sermayeyi, kendi mülklerinde olduğu için, kendilerinin sanmaktadırlar.
Halbuki, sermaye, mülkiyeti kişisel olmakla birlikte, kişisel mülk olarak düşünülemez.


Sermaye sahibi, sermayenin, sadece, küçük bir kısmını, kendine ayırabilir, kalanını, koruyup kollamak ve büyütüp, çoğaltmak durumundadır.
Aksi takdirde, o sermaye, sahibini terk eder ve yeni sahiplerine doğru yola çıkar.
Bugün, Dünya'da, sermayenin belli ellerde toplanması, bir tesadüf değildir.
Sermaye, şirketlerini, mülkiyetini, koruyup büyütmeyi beceremeyenlerden, becerenlere doğru el değiştirir.
Dünya'da, sermayenin birleşmesi, bütünleşme, merkezileşme, bu temelde yürümektedir.
Sermaye, " ehil ellerde " toplanır. Bu ehil eller, " vicdansızdır ", rasyoneldir.




Şirketlerinizi, ülkenizin değerlerini, yok pahasına elden çıkarmak istemiyorsanız, bunun suçunu, alıcıya, talip olana çıkarmayacaksınız.
Sermayeyi işletemeyen, Sizsinizdir.
Şirketiniz zarar etmiştir veya büyüme ihtiyacı duyar, sermayeniz yetersiz kalır, mecbur kalırsınız, elden çıkarmaya.
Herşeyin, satılık olduğu, olması gerektiği bir ekonomik sistemde, rasyonellikten uzak kalarak, başka argümanların arkasına sığınarak, bir şey, elde edilemez.


Devlet şirketleri, yıllarca, verimsiz çalışmaya, mahkum edilmiştir.
Devletin sermaye şirketi sahibi olması yanlışın biriyse, diğeri de, işletmeci olmayan, rasyonel olmayan yöneticilerin, rasyonel olmayan çalışanların elinde olmasıdır.
Ülkenizdeki madenleri, gereği gibi işletemiyorsanız, eninde sonunda, işletenin eline geçecektir.
Araç muayenesini, yapamıyorsanız, yapan biri gelir, alır, düzene sokar.



Eyvah, elden gidiyor, satılmadık bir şey kalmadı ?
Git, Sen de, oradakileri satın al, alabiliyorsan.
Yıllarca, yan gel yat, verimlilik, 1'e 15 olsun, ondan sonra da, gitti - gidiyor de.
Ondan sonra da, çaresizce, uluslararası sermayeye kafa tutmaya çalış.
Uluslararası sermayenin, içine alıp erittiği bir konuma düşmek istemiyorsan, eşit güç olarak, arenaya çıkabilmeyi düşünmelisin.
Ortaklığı başaramıyorsan, satılmaktan başka çaren kalmaz.



Sonra da, başla şarkını söylemeye : "Vicdansız Sermaye... "
Ardından, ülkenin web sitesinin adını şöyle yazarsın : " http: // vvv.gitti.gidiyo..com.tr. "









Cafer Günday